Haber : İrem Kesim /KKTC
Prof. Dr. Ulvi Keser açıklamasında “15 Mayıs 1919 günü Batı Anadolu bölgesinin Yunanlar
tarafından işgalinin hemen ardından başlayan ve 19 Mayıs 1919 günü Samsun’da istiklal
mücadelesinin fitilini ateşleyen kurtuluş mücadelesi bizim tarihimizde Milli Mücadele olarak
adlandırılır. İstiklal-i milli (Milletin istiklali) için başlatılan bu mücadele daha sonraki
yıllarda mazlum devletlere de örnek teşkil edecektir. Mustafa Kemal Anadolu’da başlatacağı
yeni hareketi Nutuk’ta maksad-ı millisini (milli gayesini) “Vicdanımda milli bir sır olarak
sakladım.” sözleriyle ifade etti.
Keser açıklamasının devamında şöyle konuştu;
“Gaye yüzlerce yıldır Anadolu insanını sadece kan vergisi ve can vergisi için hatırlayan
zihniyet karşısında mukadderat-ı milliyeye (milletin geleceğine) hâkim bir idare-i milliye
(millet idaresi) tesis etmektir ve 9 Eylül 1922 günü İzmir’de taçlandırılan bu savaşın özelliği
ise bambaşkadır ve bugün son derece tehlikeli bir şekilde ateşle barut misali oynanan değerler
müthiş bir olgunluk, öngörü ve sağduyuyla kucaklanmıştır. Bu mücadelenin silahlı kısmı
Kuvayı Milliye (Milletin Gücü), bu mücadeleyi verenler ise Kuvayı Milliyeci olarak
adlandırılır. Sınırları ise Misakı Milli (Milli Ant) ile belirlenmiştir. Mustafa Kemal’le bu
mücadeleye başlayanlar Sivas’ta çıkardıkları gazeteye İrade-i Milliye (Millet İradesi),
Ankara’da yayımladıklarına ise Hâkimiyet-i Milliye (Milletin Hâkimiyeti) adını uygun
görürler. 7 Temmuz 1919 günü Mustafa Kemal üniformasını çıkardıktan ve ordudan istifa
ettikten sonra ise sine-i millete (milletin bağrına) dönmüş ve ferd-i mücahit olarak
mücadeleye karar vermiştir. Mücadele sonunda arzu edilen hedef de “Hâkimiyet-i milliye
esasına müstenit bir halk hükümetidir.” İlk defa Sivas’ta oluşturulan yeni meclis ve kabine ise
“Heyet-i Milli (Milli Kabine) olarak adlandırılmıştır. Burada ortaya çıkan ve Anadolu’da
millet tomurcuklarını yavaş yavaş da olsa yeşerten ise Müdafaa-i Hukuk-u Milliye (Milletin
Haklarının Savunulması)” ve Muhafaza-i Hukuk-u Milliye için tesis edilen “milli cereyanlar
(Milli faaliyetler) ve faydalı cemiyetlerdir. Anadolu insanının kendisini esaretten kurtaracak
bir kıpırdanış içine girmesini Mustafa Kemal “Anadolu’nun saf ve mukaddes amal-i milliyesi
(Milletin saf ve kutsal çabası) olarak adlandırır. Hukuk-u Milliyeyi (Milletin hukukunu)
korumak için verilen mücahede-i milliye (Millet mücadelesi) böylece Anadolu’da kıvılcımları
ateş topuna çevirmeye başlamıştır. Aynı günlerde ve 16 Mart 1920’de işgalci İngiltere’nin
savaş gemileri toplarını Dolmabahçe Sarayı’na çevirdiğinde Vahdettin ise Rauf Orbay’a
Anadolu’nun cefakâr insanlarını işaret ederek “Bunlar koyun sürüsü, bunlara çoban lazım.
Onların çobanı benim” demektedir. Bu durumu Mustafa Kemal “Anadolu’ya ve amal-ı
milliyeye hakim olamayan İstanbul” diyerek aktarır. Yedi düvele ve Anadolu’nun 60 ayrı
noktasında aynı anda patlak veren gerici isyanlara karşı mücadele edilirken her şeyin
meşruiyet içerisinde ve ümmetten millete geçirilmeye çalışılan Anadolu insanına
dayandırılması için açılan meclise ise Meclis-i Milli (Büyük Millet Meclisi) adı verilir.
Meclisin duvarına da dünden bugüne Türkiye Cumhuriyeti devletinin değişmez düsturu
olacak “Hâkimiyet bila kayd-ü şart milletindir. (Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.”
levhası asılır. Bu mecliste takip edilen siyaset ise Mustafa Kemal’in ifadesiyle “Hududu
milliyemiz dâhilinde her şeyden evvel kendi kuvvetimize müsteniden muhafaza-i mevcudiyet
ederek millet ve memleketin hakiki saadet ve umrasına çalışmak, medeni cihandan, medeni ve
insani muameleye ve mütekabil dostluğa intizar etmek” dediği milli siyaset olur. Bu örnekler
şüphesiz çoğaltılabilir; ancak görülmesi gereken husus Anadolu insanının millet olma
vasıflarını kazanmasının ardından verdiği mücadelede her şeyin meşruiyet, yani hukuk
çerçevesinde yapılmış olması ve Kuvayı Milliye döneminden başlayarak TBMM ve hemen
ardından Cumhuriyet devri ve sonrasında millet egemenliğinin hâkim kılınmasıdır. İster milli,
millet, millilik, milliyetçilik olarak, ister ulus, ulusal, ulusalcılık olarak adlandırınız bütün
bunlar Anadolu insanını bir araya getiren ve bir arada tutan sımsıkı bağlardan başka bir şey
değildir. Dikkat edilirse bu mücadele sırasında inanç ve etnik kimlik olgusu üzerinde hiç
durulmamış, bu hassas doku kaşınmamıştır. Devletlerin oluşum sürecinde de, yıkılan yüzlerce
devletin tarihe mal olma aşamasında da inanç ve etnik kimliklerin kaşınması, tahrik edilmesi
ve insanların birbirine kırdırılması en önemli etken olmuştur.”
Prof. Dr. Ulvi Keser konuyla ilgili olarak ayrıca şunları da ilave etti; “Sakarya’da inanılmaz
kahramanlıklar gösteren Topal Osman Ağa’nın Kara Zıpkalıları arasında yer alan ve Yunan
ordularına karşı kelle koltukta bu vatanı savunan Giresunlu Rum ve Hristiyan Yani Efendi’yi
yok mu sayacağız? Mustafa Kemal’in Anadolu insanıyla belki de ilk buluşmasını
gerçekleştirdiği Samsun’daki o küçük camide toplananlar inançsız insanlar mıdır? Milli
Mücadele’ye destek veren bu ülkenin “mütedeyyin” insanları da mı ırkçıydılar? Şevket
Süreyya’nın “eşraf, ayan, ulema ve mütehayyızan” olarak nitelendirdiği Anadolu insanları geç
de olsa Anadolu Aydınlanması’na destek vermişlerdir. Bu insanları nasıl sınıflandıracağız?
Ya da bu ülkenin ilk Diyanet İşleri Başkanı olan Rıfat Börekçi’yi Mustafa Kemal’i 27 Aralık
1919 günü Ankara Dikmen sırtlarında karşılayanlar arasındadır diye görmezden mi geleceğiz?
Yakın zamanda kaybettiğimiz bir Ankara Yahudi’si olan ve 1919 mücadelesini de, 1920
Meclis açılışını da, 1922 İzmir’in kurtuluşunu, 1923 cumhuriyetin ilanını bizzat görüp
yaşayan ve 94 yaşında ölüm döşeğindeyken bile onlarca yıl önce Atatürk’ün kendisine
öğrettiği şiiri okumaktan büyük gurur duyan İlya Araf’ı unutacak mıyız? 23 Nisan Ulusal
Egemenlik Bayramı da, 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı da, yanık bir
Anadolu türküsünde gözleri dolu dolu olan yurdum insanı da, asker uğurlama törenleri de,
“Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” diyen de, bir tas çorbasını fakir fukarayla
paylaşan da, “Bir elin verdiğini diğeri görmesin.” diyen de, evladını kaybetmiş anne ve
babanın “Vatan sağ olsun.” metaneti de, bayrağıyla gururlanan, askeriyle öğünen, yıllar sonra
hala asker anılarıyla kıvanç duyan bu ülke insanı da bizleri millet yapan güzel hasletlerdir.
Türk milletinin Atatürk’ü 23 Nisan 1920’de açtığı yüce meclisi de, bayram ilan edilen bu
kutlu günü de çocuklara ve ülkemizin geleceği gençlerimize emanet etmiştir. Göğsünüzü gere
gere bu ülkeyle de, bu güzel değerlerimizle de gurur duymaya devam edin. Bayramımız kutlu
olsun.”